24 Temmuz 2009 Cuma

Unutulmaya yüz tutmuş masallar tadında

Çocuktuk daha. Bahçedeki bütün heybetli ağaçlara tırmanmayı hiç düşünmeden göze alabilen ufak bedenlerdik. Cesaret abideleriydik. Yüreğimiz delice çarpardı, durmak bilmezdik. Sanırdık ki otursak bir yerde, biraz dinlenmeyi göze alabilsek öylece kalacağız. Sanırdık ki bir daha oyun oynayamayacak, bir daha bu denli içten kahkahalar atamayacaktık. Sanırdık ki öleceğiz!
Karanlıktan hiç korkmazdık. Gece yarılarına kadar cirit atardık sokaklarda.’ O sokak senin o sokak benim’ cilik vardı o yaşlarda. En çok saklambaç oynamayı severdik akıl almaz gece yarılarında. Gözden kaybolanları arardık saatlerce, bıkmadan, usanmadan ve hiç sıkılmadan. Elma denilince çıkacaklardı ya ortaya, dayanamayıp umudumuzun son damlalarını da çığlığımıza katıp bağırırdık, ‘elmaaaa’ !
Pazar günlerini hiç sevmezdik. Çünkü özgürlüğümüzün son demlerini yaşadığımızı ve bütün hafta sonunun, oynanan oyunların, atılan kahkahaların pislik sanılıp banyo lifleriyle temizleneceğini yüzümüze vururdu Pazar günleri. Annelerimiz, reddedilişlerimize aldırmaz tenlerimiz kızarıncaya kadar bizi pislikten arıtmaya çalışırlardı. Kaynar suyun altında patlarcasına yanardık bazen ama susardık. Susmak zorundaydık.
Sonra büyüdük. Sokaklardan hiç vazgeçmeyerek ve vazgeçemeyeceğimizi bilerek büyüdük. Annelerimizin biricik kız ve erkek çocukları olmaya devam ederek büyüdük. Bazen oyunlarımız değişti bazen arkadaşlarımız bazen sokaklarımız. İstesek de engelleyemedik hayatın akışını. Kendimizi hala çocuk olduğumuza inandırarak büyüdük.
Derken yepyeni duygularla tanıştık; çoğu zaman aileden, arkadaşlıktan daha çok içimizi dolduranlarla. Yüzler tanıdık ve matematik formülü ezberlerinden ne kadar nefret ettiysek onları o kadar bağrımıza bastık. Kazıdık beynimize adım adım. Unutmadık asla. En çok sevdiğimiz oyunlardan daha da güzeldi o yüz bizim sokaklarımızda, o anlardan sonra.
Sonra daha da ilginç bir oyun öğrendik; üç maymunu oynamayı… Kalplerimize, o yüz içimize aktıkça ve o kaçtıkça diretmeyi öğrettik. Sustuk. Susmayı bize annemiz öğretmişti o Pazar banyolarında, kaynar suyun altında. Kaynar suların o kadar yakıcı olmadığını, o sudan çok daha fazla can yakan şeylerin var olduğunu öğrendik. Ve saklanılan yerlerin ya da saklanılan kişilerin bir daha asla bulunamayabileceğini öğrendik. İstemezlerse çıkmazlarmış ortaya; genelde istemezlermiş zaten, büyürken!

Ama en acısı da günler geçtikçe her şeyin tamamen değiştiğini görmekmiş, en zoru kendimiz-miş!

Şimdi dizlerimdeki yaraları fark edemiyorum, daha derin yaralar yansırken aynama. Yürek yarasının kanını içe akıtmayı öğreneli çok oldu da, banyoda bu pislik nasıl çıkar bilemiyorum hala. Çocukken yaptığım çoğu alışkanlığı unutamamışım ama. Mesela, kabuk bağlayan yaralarımın kabuklarını kopartıp tekrar kanamalarını izliyorum saatlerce. Kendi kendime saklambaç oynuyorum ve kaybolanları arıyorum günlerce hatta daha da kötüsü yıllarca bazen. Sonra… En zoru da bağırdığımda umudumun son haykırışlarıyla, çıkmıyor kimse karşıma. Oysa bilmez miydik ‘elma’ denilince çıkılması gerektiğini. Biz böyle öğrenmemiş miydik? Yoksa bizimle birlikte o da mı değişti?
Verilmeyen cevaplara alıştığından beri bu bünye, soruyu soru olarak bırakmak gerekliliğini öğrendi. Ve o Pazar banyolarının inanılmaz keyifli olduğunu fark etti. En azından, o günlerdeyken, pisliklerin basit bir lifle çıkabildiğini keşfetti. Ne garip değil mi?

Ve elma… Elma, bizi hep kandırmış aslında!