7 Eylül 2009 Pazartesi

Ya sen, ben değilsen ?

Buralar soğuk…

Elime bir çivi aldım. Şekilsiz belki biraz, eğrilmiş darbelerden. Önce konuştum onunla, her şeyi anlattım. Sevdim güzelce, bağlandım da aslında. Sonra bulduğum en soğuk duvara, boş ve aciz bir ifadeyle çaktım.

Buralar acımasız…

Dün eski bir defter buldum. Merakımdan olsa gerek tek tek karıştırdım eski, yırtık sayfalarını. Hoş bir gezinti gibi geldi ilk başlarda, hoş bir sonbahar esintisi… Gözlerim nemlenmeye başlayınca anladım, eskiydi o, geçmişti! Geçmiş ve bitmişti. Yine de bırakamadım onu elimden son sayfasına varıncaya dek. Bitince ağladım.

Buralar sonsuz…

Dün evimi baştan boyamaya niyetlendim. Önce maviyi seçtim. Sonra vazgeçtim kırmızı dedim. Hayır, sarı olmalıydı evim ya da turuncu mu? Karar veremedim. Daha sonra lavaboya gidip tüm kararsızlıkları kustum birden, doğruldum baktım, kahveye çalan dolunayı anımsattı. Evimi uzaya taşıdım!

Buralar sessiz…

Bugün yepyeni hayallerle tanıştım. Hepsiyle birer birer tokalaştım. Sonra akşam beş çayına davet ettim hepsini. Geldiler. Çay demlemiştim tabi ki, sevindiler. İzledim onları ayrı ayrı. Biri korkaktı biri vurdumduymaz. Biri suskundu diğeri onu takmaz. Düşündüm ama işin içinden çıkamadım. Baktım baktım, dayanamadım. Ve hepsini evden attım!

Buralar dağınık…

Bir mektup yazdım duygularıma. Neden onları terk ettiğimi anlattım önce. Uzun bir liste olmuştu, sıkılacaklarını düşünüp vazgeçtim. Yeni bir kağıda, yeni bir kalemle onlar olmadan yapamadığımı yazdım. Kağıdı katladım, siyah bir zarfa koyup yollamaya hazır hale yeni getirmiştim ki cevap geldi. Tek bir cümle açıklamıştı her şeyi; ‘ Sen bizi unut, yolunu açık tut. ‘

Buralar ıssız…

Anlatacak bir şey kalmayınca sustum. Sustum ki konuşabilsinler diye, onlar da anlatabilsinler diye. Ses gelmeyince ürktüm. Gözlerimi açtım, kimse yoktu etrafta; iki koltuk üç sandalyeden başka görülebilir bir şey yoktu. Ama bunun çok da önemi yoktu. Biraz kaldım öylece, dinlendim, biriktirdim, sonra başladım tekrar anlatmaya, en baştan. Bilirdim, kimse dinlemese de sözcükler kendi yollarını bulurdu.


Ama ben yine sustum. Peki, bu duyuldu mu?

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Mastar

Susmak...


Acının can yakan melodileri ardında yapayalnız kalmak.


Bir yerlerde o hiç sönmemiş yangınların arasında, üstünde, içinde ve dışında yalınayak dolaşmak.
Hafızaları zorlamak.


Susuz kalmak, çölde serap olmak.
Bazen ne olduğunu da anlayamamak.


Kuralların içine etmek.

Oyunbozan olmak..


Ve hiç seçeneği kalmamış olmak!

24 Temmuz 2009 Cuma

Unutulmaya yüz tutmuş masallar tadında

Çocuktuk daha. Bahçedeki bütün heybetli ağaçlara tırmanmayı hiç düşünmeden göze alabilen ufak bedenlerdik. Cesaret abideleriydik. Yüreğimiz delice çarpardı, durmak bilmezdik. Sanırdık ki otursak bir yerde, biraz dinlenmeyi göze alabilsek öylece kalacağız. Sanırdık ki bir daha oyun oynayamayacak, bir daha bu denli içten kahkahalar atamayacaktık. Sanırdık ki öleceğiz!
Karanlıktan hiç korkmazdık. Gece yarılarına kadar cirit atardık sokaklarda.’ O sokak senin o sokak benim’ cilik vardı o yaşlarda. En çok saklambaç oynamayı severdik akıl almaz gece yarılarında. Gözden kaybolanları arardık saatlerce, bıkmadan, usanmadan ve hiç sıkılmadan. Elma denilince çıkacaklardı ya ortaya, dayanamayıp umudumuzun son damlalarını da çığlığımıza katıp bağırırdık, ‘elmaaaa’ !
Pazar günlerini hiç sevmezdik. Çünkü özgürlüğümüzün son demlerini yaşadığımızı ve bütün hafta sonunun, oynanan oyunların, atılan kahkahaların pislik sanılıp banyo lifleriyle temizleneceğini yüzümüze vururdu Pazar günleri. Annelerimiz, reddedilişlerimize aldırmaz tenlerimiz kızarıncaya kadar bizi pislikten arıtmaya çalışırlardı. Kaynar suyun altında patlarcasına yanardık bazen ama susardık. Susmak zorundaydık.
Sonra büyüdük. Sokaklardan hiç vazgeçmeyerek ve vazgeçemeyeceğimizi bilerek büyüdük. Annelerimizin biricik kız ve erkek çocukları olmaya devam ederek büyüdük. Bazen oyunlarımız değişti bazen arkadaşlarımız bazen sokaklarımız. İstesek de engelleyemedik hayatın akışını. Kendimizi hala çocuk olduğumuza inandırarak büyüdük.
Derken yepyeni duygularla tanıştık; çoğu zaman aileden, arkadaşlıktan daha çok içimizi dolduranlarla. Yüzler tanıdık ve matematik formülü ezberlerinden ne kadar nefret ettiysek onları o kadar bağrımıza bastık. Kazıdık beynimize adım adım. Unutmadık asla. En çok sevdiğimiz oyunlardan daha da güzeldi o yüz bizim sokaklarımızda, o anlardan sonra.
Sonra daha da ilginç bir oyun öğrendik; üç maymunu oynamayı… Kalplerimize, o yüz içimize aktıkça ve o kaçtıkça diretmeyi öğrettik. Sustuk. Susmayı bize annemiz öğretmişti o Pazar banyolarında, kaynar suyun altında. Kaynar suların o kadar yakıcı olmadığını, o sudan çok daha fazla can yakan şeylerin var olduğunu öğrendik. Ve saklanılan yerlerin ya da saklanılan kişilerin bir daha asla bulunamayabileceğini öğrendik. İstemezlerse çıkmazlarmış ortaya; genelde istemezlermiş zaten, büyürken!

Ama en acısı da günler geçtikçe her şeyin tamamen değiştiğini görmekmiş, en zoru kendimiz-miş!

Şimdi dizlerimdeki yaraları fark edemiyorum, daha derin yaralar yansırken aynama. Yürek yarasının kanını içe akıtmayı öğreneli çok oldu da, banyoda bu pislik nasıl çıkar bilemiyorum hala. Çocukken yaptığım çoğu alışkanlığı unutamamışım ama. Mesela, kabuk bağlayan yaralarımın kabuklarını kopartıp tekrar kanamalarını izliyorum saatlerce. Kendi kendime saklambaç oynuyorum ve kaybolanları arıyorum günlerce hatta daha da kötüsü yıllarca bazen. Sonra… En zoru da bağırdığımda umudumun son haykırışlarıyla, çıkmıyor kimse karşıma. Oysa bilmez miydik ‘elma’ denilince çıkılması gerektiğini. Biz böyle öğrenmemiş miydik? Yoksa bizimle birlikte o da mı değişti?
Verilmeyen cevaplara alıştığından beri bu bünye, soruyu soru olarak bırakmak gerekliliğini öğrendi. Ve o Pazar banyolarının inanılmaz keyifli olduğunu fark etti. En azından, o günlerdeyken, pisliklerin basit bir lifle çıkabildiğini keşfetti. Ne garip değil mi?

Ve elma… Elma, bizi hep kandırmış aslında!


30 Haziran 2009 Salı

BİR FOTOĞRAFA---

Karşımdasın işte...
Bana bakmasan da oradasın, görüyorum seni.
Ah benim sevdasında bencil, yüreğinde sağlam sevdiğim.
Kalbime gömdüm sözlerimi, ceset torbası oldu yüreğim.
Tıkandığım o an,
Elimi nereye koyacağımı şaşırdığım o an işte,
Aklımdan o kadar çok şey geçti ki takip edemedim.
Ellerim boşlukta, ben darda kaldım.
Ellerim buz gibi, ben harda kaldım.
Bir senfoni vardı kulağımda çalınan, bitti artık hepsi...


Köşeme çekildim, hani hep kaldığım köşeme.
Bakış açım belli oldu yine.
Geride kalan, ardından bakar gidenlerin.
Bir meltem olacak rüzgarım dahi kalmadı benim.
Dağlara çarptım her esişimde.
Yollara küfrettim her gidişinde.


Demiştim sana hatırlarsan:
“Önemli olan ‘zamana bırakmak’ değil,
‘zamanla bırakmamak’tir..”
Şimdi bana, geçen o zamanın
Unutulmaz sancısı kalır


Gittiğim eğer bensem, söyle bana kimden gittim?
Sende yoktum zaten ben, ben yine bende bittim...




NAZIM HİKMET

28 Haziran 2009 Pazar

Hadi beni öldür biraz!

Unutulmanın dayanılmaz acısıyla kapına kırık bir şişe bırakıyorum… İçinde kül olmuş bir hayatla!

Kalemime neleri emanet etmeliyim? Seni hangi sözcüklere sığdırabilirim, nasıl anlatabilirim gözlerimde bitmek tükenmek bilmeyen o ateşi, o kavurucu gülüşü nasıl kazıyabilirim beynimden… Bilemiyorum!

Küçük oyunlarla da başlasa içimdeki nefret, zararı yine bana dönse de, sen dönsen de dönmesen de…

Hatıralarımın yüz karası olman bile çıkarmıyor seni içimdeki kutudan. En çok buna içerliyorum.

O çok sevdiğin şarkıları mırıldanıyorum. Seni anıyorum! Her tınısı benden çıkmış gibi tanıdık, içeriden gelen seslere kulak asmamayı öğrenemiyorum. Gariptir, yıllardır aynı şarkıyı dinlememe rağmen, ezberleyemiyorum!

Perdeler kapanıyor yavaş yavaş, ışık kendini geceye veriyor hesapsız. Susuyorum! Suskunlukların getirdiklerine kucak açıyorum bu bahar da… Diretiyorum, diretince olmuyor, biliyorum…

Ve ben senin adını yalnızlık koyuyorum. Seninle, sensizlikte, yoklukta, onunla yaşıyorum!

Unutulmanın ironik hafifliğiyle başucuna bir parça keder bırakıyorum… içime dert olanlarla!

Ve gittim. Gidiyorum!

...

18 Haziran 2009 Perşembe

eksik

Kime biraz gülümsediysem, garip bir önlem duygusuyla bir yerlere gecikiyormuş gibi telaşlı arkasını dönüp gitti…

14 Haziran 2009 Pazar

kanla karışık iltihap

bir şeyler oluyor.
bir şeyler eksik gelmeye başlıyor, tamamlanamıyor.
bir şeyler dönüyor.
bir şeyler bitiyor; başlayamadan!
sussam ayrı konuşsam apayrı diyorsun, bir yerden başlama gerekliliği içimi sıkıyor.
zaman geçmiyor!

bazen insan olmayacak dualarla aynı kefeye konmayı diliyor.
sebepsiz ve artniyetsiz...
olmuyor!

sonra durup durup başa dönüyorsun.
kıymetsizliğini yüklemeye çalıştığın omuzların umarsızlığı can acıtıyor.
kan akıtıyor!
gelip ve gidip - sövüp ve sayıp hep aynı kadehleri dolduruyorsun.
aynı kadehlerden, aynı hüznü, aynı şarkıyı defalarca dinlermişcesine tadıyorsun.
ama bitmiyor!

bu umutsuzluk,bu huzursuzluk ve bu susuzluk içten başka yere
gitmiyor!

11 Haziran 2009 Perşembe

böyle gelmiş ve böyle gidecek mi?

Birileri birilerinin hayatını mahvetmek için ant içiyor ve yapıyor da… Geride kalanlarda yırtılan hayalleri yamayıp, yenilemeye çalışıyor. Garip bir dünyada yaşıyoruz.
Yavşaklık günlük konuşma dili kadar olağan bir hale gelmiş. Herkesi aynı kefeye koyan ve ben farklıyım diye polüm yapmaya çalışan insanlarla dolmuş etrafımız. Duygular kaçıncı sırada bilinmez amaçlar sapıtılmış, saptırılmış. Ara da bulasın değerleri, ara da bulasın duyguları!
İlişkiler solup gitmeye gebe. Her gün acaba ne zaman gidecek ki bu korkusu var yüreklerde. Ama bitmesi gerekenler bile doğru dürüst bitirilemiyor. Bu nasıl bir zihniyetse, nasıl bir karakterse, nasıl bir zevkse ‘zaman’ diyip çıkılıyor işin içinden. Karşısındaki insanı düşünen yok, kendini düşünen çok. Zaman çirkefliğin maskesi olmuş. Zaman sahteye, yalana, acize, korkağa ayna tutar olmuş. Bu kadar zor mu adilce ‘olmuyor artık, olamayacak’ diyebilmek. Sığınacak delik aramak neden? Zamanı diline dolayıp başka bir halt bilmemek neden?
Gülümsemelerin ardında bin bir hile dolar olmuş. Biri sana gülümserse eğer durup düşünmek gerek biraz, altında ne yatıyor acaba diye… çünkü artık ilişkiler çıkara dayalı. Hatta daha da boktanı, daha da ahlaksızı, daha da seviyesizi , şöyle ki; Vermezsen(!) alamıyorsun!!!
Öğrendim artık, erkekler hayatları boyunca sadece bir kez sevebiliyorlar, gerisi palavra. Sonra başka kadınlarda arıyorlar mutluluğu, avutmaya çalışıyorlar beyinleri, bedenleri! Başka kadınlar aşık oluyor o erkeklere ama mutsuz oluyorlar. Elde avuçta kalan sadece bir yudum acı oluyor, can yakıyor, susuz bırakıyor bedeni, güçsüz bırakıyor yüreği!
Sinir stres sahibi insanlar olduk çıktık. Birine değer vermeye gör, bunu yaptığın an bitiyorsun. Bitiriliyorsun! Geçip gidiyor biliyorsun da anlatamıyorsun. Hüküm süren yalnızlıklar bile bir gün bitmeye dayalı, ama başlangıçlar bile kötü oluyor artık. Düzen bozuk, insanlar bozuk, düşünceler bozuk!
Ahmaklık cesaret olmuş, güçsüz seviyeli, umursamaz duyarlı, gözü dışarıda çevresi geniş olmuş ve onlar bu yola baş koymuş!
Göze göz dişe diş mi demeli şimdi, susup kabuğuna mı çekilmeli insan?
Ya da bağıra çağıra dolaşmalı mı sokaklarda; ‘ eğitim cehaleti aldı, eşeklik baki kaldı! ‘ diyerek…
Bir cevabınız var mı? Yok!
Olamaz da...

2 Haziran 2009 Salı

boğ(uş)mak

kırmızı duvarlara anlamını yitirmiş şekiller bağışladım.
ağzı kırık kadehlerden ekşi tadlar sızdırdım kanıma.
cam kırıkları yuttum kana kana,
kanaya kanaya!
ağız dolusu küfürler savurdum yobaz bedenlere, yobaz beyinlere.
duyulmazlara, aldanmazlara...
yarım yamalak sözcüklerle boğuştum geceleri rüyalarımda.
boğdum, boğuldum!
varlığa inandırdım kendimi, yoklukla kayboldum.
gözlerim kanarken ezberledim adları,
unuturken hatırlandım.
sonra-lardan anlamsız hikayeler çıkardım.
' özlemek ağır geldi bazen yalanlara inanmış göründüm. '
uydurulmuş hayatlarla tanıştım, sarhoşla barıştım.
kendi içimi aştım, dışıma taştım!
öğrendin mi sende; ben hep kendimle savaştım!
sonra tuttum öfkeme bayrak açtım.
bitmez derdim, bitmez derdin.
biterdi...
bunu da böyle öğrenmiş bulundum!

4 Mayıs 2009 Pazartesi

altı şapkalı düş

Hoşça kal…
İki düz bir ters hayat. Göreceli döngü. Boktan başlangıçlar. Karanlık duvarlar!
En baştan al..

Fanusumdayım. Arada bir nefes alabilmek için özenle 5 mm çaplık delikler açtığım, aslında pek fazla niteliğe sahip olmayan o derin camdan kabımdayım!
Duygularımın dışa akmaması için en kalın camlardan sipariş ettiğim ve o hiç pislikten çıkmayan ellerin özenle hazırlayıp sunduğu (eminim bundan büyük keyif almışlardır) içten soğuk dıştan sıcak sayılan basit hazinemdeyim.
Yeni çıktım çamurdan. Bu pis koku o yüzden, yadırgamayın. Ufak da olsa çaba gösteriyorsam şu an arınmak için bütün yalanlardan. Arındırmak için kokuşmuş duyguları. ‘belki’ diyebiliyorum ya hala, o bile bu oyundaki sürpriz yumurta aslında..
Buğulu camlar ardında kalan düşlere gülümsüyorum bugün. Terazinin bir kefesinde bir yerde olduklarını bilmenin garip hissi var, bir kefesinde de benden kopup gittiklerini fark etmenin sevimsiz yanı. Peki, acaba, hangisi ağır basmakta?
Kimsesiz şarkı sözleri mırıldanıyorum uyanırken karanlığa. Her söz bana söylenmiş sanki, her nota yüreğime önceden işlenmiş gibi tanıdık, hepsinin bir anlamı var gibi bu boşlukta.
Anlamını yitirmiş sözcükleri sıralıyorum boş bir kağıda. O kadar çoklar ki.. hesabını yapamıyorum. Ellerim titriyor ilerledikçe. Korkuyla karışık bir tutku bu. Direndikçe silikleşiyor gelecek; yarın-lar için pek kelime kalmıyor dağarcığımda.
Ve dar ağacımda birileri sallanmakta..
Bir resim çiziyorum. Kendimle bile paylaşamadıklarımı emanet ediyorum kalemime. Benden çalamadıklarını hapsediyorum. Gece kaçıp gitmeye yeltenirken yakıyorum bütün her şeyi. Kırıyorum kalemi ve parçalıyorum geceyi. Başıma üşüşmesinler sonra..
Her yerde dünden kalma parmak izleri var. Dün-lerden kalma! Aynaya baktığımda gözlerimi görme telaşım var, gözlerime baktığımda başka birini. Yeter dediğimde yankı yapan sesime inatla bağırmaktayım ucuz mekanlarda. Oysa duyulmuyorsa neye yaradı çığlıklar?
Neye yaradı sorular ve aslında neye yarardı ki o hiç verilmeyen cevaplar!
Bugünümü kusuyorum. Dünümü yad etmeye yetmiyor gözyaşlarım, hakkını veremiyor. Buruk bir gülümsemenin acı kokusu var havada, yitik anların huysuzluğu var.

Fanusumdayım. Özel camdan yapılmış hain kabımdayım. Hoyrat ellerce parçalanmış cam kırıklarına dalgın bakışlar atmaktayım.
Ve şu andan itibaren, kırılıp aşılan cam fanus yerine yıkılmaz bir kale yapma hazırlığındayım..

13 Nisan 2009 Pazartesi

kızıla boyalı saçlar

Sefil düşünceler ve küçüklükler arasında kaybolup, hayattaki büyük sırrı çözemedik, soru da cevapsız ve acımasız olarak kalakaldı: nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi yapabilecekken yapmadın, başka bir yol, başka bir anlam arıyordun, yanlış zilleri, yanlış kapıları çaldın, yanlış yollara saptın, yanlış insanları sevdin, yanlış yataklarda uyudun, yanlış evlerde yaşadın.
Neden hayal ettiklerini, düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun?

8 Nisan 2009 Çarşamba

ölümsüz sanrılar

Kalemi kırıyorum. Cümlelerim son kez canlanıyor ucuz mürekkeplerde. Ve çirkin yüzler son kez aydınlanıyor zamanı geçmiş düşüncelerimle, köhne caddelerde.
Garip sanrılarla aydınlanıyor odam. Görülmemişleri görme telaşım var anlaşılan. Sussam belki, kabullensem biraz, körleşebilir ellerim. Duymasam belki, hissetmesem kokuşmuş duygularımı böyle derinden, yaşanılabilir anılar. Haksızlıkları sıralamayı bıraksam ve saman aleviyle tutuştursam bedenimi, yine aynı olur muydu ki?
Saatimi ileri aldım, alışamadım geri sardım. Rujum yanaklarıma bulaşmış, akan rimelimle karışmış; hoş bir esinti var yüzümde. Hayalin elime yüzüme bulaşmış, kemiklerimi doğramak için kullandığım satırla elimi doğramışım farkında olmadan. Hayalin kanımla karışmış; ulaşılmazlıklar var yüreğimde.
Yüzüm göl, yüzüm okyanus. Yüzüm sığ, yüzüm derin. Yüzüm hiç hissedemediğin kadar serin!
Çekmecelerimde kaybetmişim sonsuzluğu meğer. Ondanmış, zamanın bu denli acımasız oluşu. Beslediğim köpekbalıklarına yem olarak kullanmışım umutları. Anladım, ondanmış, onların hep bu kadar doyumsuz ve yüreğimin bu denli eksik oluşu.
Yürek soğuk, beden buz tutmuş…
Aklımda bin ton düşünce, tek bir kilosu bile felaketlere gebe. Tutuşmuş hayatlar var aynalarda, o yüzden görülmez siluetler. Göremem. Kızmış yağa batırdığım kalın bir şişle çıkardım gözlerimi, çok olmadı daha. Kurtuluş yolları ağrılı, kurtuluş yolları acı dolu. Ama sonuç net, gerçek bu sefer şaşırmaz istikametini. Görülmez, göremem!
Sevdiklerimin kaçı hayatta acaba? Kaç tanesi esir olmamıştır şimdi parmaklıklara? Gerçi ben, hep arkalarından konuşurdum onların. Yüzlerden iğrenirdim ben. Cümle âlem bilirdi pislikleri de ben henüz gerçekleri anlayamadan söylenirdim, dolunayla aydınlanan gecelerde. Evet, dolunayları beklerdim dökülmek için. Dolunaylarda çıkardım sokağa, yanımda kurdumla. Bir o ulurdu geceye, bir ben. Bir ben söverdim güne, bir o. Ancak böyle anlaşırdık. Ancak böyle uyuyabilirdik gece yarılarından sonra, tahta kulübemizde, birbirimizi ısırmadan!
Günler kısalır, günler uzar. Geceler hep bildiğin gibidir. Geceler hep bildiğin hayal kırıklıklarıdır. Onlar hep gözyaşıdır. Şimdi düşünüyorum da, sen beni sever miydin acaba, benim geceyi sevdiğim kadar!
Satır aralarına noktalar iliştirdim, bilen bilir sevmem virgülleri. Ardı arkası kesilmeyen yarım yamalak gülümsemeleri sevmem. Yarım yamalak cümleleri sevmem. Devrik cümleleri severim ben, tepetaklak olmuş hayatları severim.
Gözüm bir yerden ısırıyor bu tedaviyi. Kendi kendini iyileştirme takıntısı olanlardanım neyse ki. Gelmiş geçmiş bütün kılavuzlara eşdeğerdir sözüm. İyi bilirim, maval okumayı. İyi bilirim, lugatsız sevişmeyi. O yüzden anlarım senin dilinden, konuşursan susarım, susarsan ağlarım!
Ay bitmiş, yıl geçmiş. Toprak kokusu sarmış beyinleri. Tütün kokusu sarmış bedenleri.
Ama şu an, dünya dursa, zaman dursa, ruhlar değişse, sen değişsen, ben değişsem, şiddet değişse, tutku değişse, yine de aynı hızla sever miydin beni?
Yine aynı hızla vazgeçer miydin peki?
Sanırım köpek balıklarını öldürmeliyim artık; geriye dönmeyeceksem. Tuzlu suya bıraktığım gözlerimi alıp yerlerine geri takmalıyım, öldürmeyeceksem!
Umutlar daha fazla savrulmamalı, hayaller yorgan yapılıp dilencilerin üstlerine örtülmemeli, kurtla yoldaşlığa son verilmeli, eğer tekrar sevemeyeceksem seni!



29 Mart 2009 Pazar

'aynalı labirent'

Vahim durumlardan kurtulma çabası içerisinde oyalanmaktayım.
Bir orda bir buradayım...
Çürümüş kafatasları içerisinde sağlam beyinler bulma telaşındayım.

Hiç göremediğim gülüşlerle elim sende oynamaktayım.
Ve nedense hep ben kovalamaktayım!
Kabul görülmemişlikleri sindirme, içe sığmamışlıkları kusma safhasındayım!

Bir son var mı diye düşündükçe, her seferinde yeni bir kuyu kazarken cesedime, duyulmamış küfürlerle aydınlanmaktayım…
Zor zamanlarda, o hiç görülmemiş dostluklarla şakalaşmaktayım.
Ağrıma gidenlerle savaşma, hor gördüklerimle sevişme aşamasındayım!

Kimse bilmez, öldürmekteyim.
Kimse bilmez, ben ölmekteyim!




-moira-

2 Mart 2009 Pazartesi

anlık düşünceler!

Değersiz olmanın sonsuz acısını yaşıyorum;
tanımsız bırakılanın gözünde!
tersi yok bu cümlenin, inkarı da..



22 Şubat 2009 Pazar

altmışikinci gün!

Nietzsche haklı;
kanla yazılan yazılar yaşıyor!
ben onun adını
kanla yazmışım alnıma
ve büyük bir parça
aşkla dalmışım karanlığa.
O ise,
ucuz bir mürekkep kullanmış
sararan sayfalarda
gündelik duygularla!





' moira '

1 Şubat 2009 Pazar

yakalayamazsın kii..

Varlıkla yokluk denk. Anlamı yok aslında şu anın, yarının, sonraların. Gelecek vaad eden cümleler pas tutmuş, gidilecek yollar kaybolmuş, olanlar da kirletilmiş. Savrulmuş hayatlar yaşıyoruz. Birileri tarafından anlık zaaflara kurban edilen duygularla karışıyoruz yeni günlere. Acısı çıkar mı, çıkar. Peki neden ‘zaman’ gerekli?
Önceden kurgulanmış kazalar yapıyoruz. Biri yüzyıllardır canımızın acımasını istemiş ve beklemiş oysaki. Yaraların yerleri ve biçimleri bile belli. Kaza yeri, suçlu kamyon şoförü, kamyonun altına giren arabanın modeli hepsi yazılmış tozdan sayfalara. Değişmeyecekse eğer kabullenmeli mi olan biteni. Sarıp sarmalı mı bu umutsuzluğu, bu güvensizliği? Olmaz ki..
Yardım beklemiyorum. Savaşmıyorum. Dedim ya anlamı yok aslında. Şu an konuştuğum arkadaşımın, sevgilisine olan kıskançlığını aşamamasının, uzayan okulumun, İstanbul’a gidip gitmemeye karar veremeyişimin, aynamdan geriye yansıyanların, empatinin, Nietzsche’nin, kulaklığımdan ruhuma işleyen Yaşar Kurt tınılarının, sabahtan beri hiç bıkmadan dinlediğim o şarkının.. tekinin bile bir anlamı yok. Nasılsa değişmeyecek ya!
Konuşmuyorum. Cümlelerim var aslında dert kokan. Cümlelerim var cebimde eskittiğim, kıyamadığımdan değil, yük edecek omuz yoksunluğundan belki. Elimi sallıyorum boşluğa doğru ama tutunabilecek ne var ki.. düşüyorum. Mutsuzluğum düşmekten değil. Yitip gitmekten değil sıfatsızlığım. Gelecek kaygısı peşine düştüğümden değil yarınsızlığım. Gösterişsiz duygularım gerekli raconu iyi bilmediğimden değil. Adı yok. Belli bir tanımı kaldıramaz ismim. Gölgesinden arta kalanları taşıyamaz bedenim. Kaybolur gider elbet..
Bakmıyorum. Ne fark eder ki zaten. Gözlerimi açsam daha mı az acırım, daha mı az kanarım. Daha mı az aldanırım, susarsam. Pisliğe batırılmamak için gerekli mi bir çift göz. Çeksem elimi ayağımı bu diyardan? Çekebilsem..
Çığlıklarım var benim. Günden güne büyüttüğüm içimde, her gün özenle beslediğim pişmanlıklarım var. Geri alınmayanlarla dolup taştı fanusum. Kağıttan yaptığım balıklarım boğuldu, üzülmedim. Düzenlediğim ağlama seansları onlar için değil, evet! Gülümsüyorum bunu söylerken, yanlış bir şey yapıyormuşum havası var odada. Yanıp giden bir -yarın- kokusu var. Odam var, evim var, içinde olduğum söylentileri dolaşan bir şehrim var. Ama ben, ben nerdeyim?


Oysa..


‘ Kendimi yakaladım kaçarken, kendimi
Kendimi yakaladım koşarken, kendimi
Kendimi yakaladım atarken, kendimi
Kendimi yakaladım kaçarken.. ‘

30 Ocak 2009 Cuma

güneş kokusu / özlenen..

Dur! gitme..
Bu acelen ne? doyamadım daha güneş kokusuna..

Dur! gitme..
Daha çok erken. vakit varken sakla beni..

Bu sabah görmüyor gözlerim,
İçinde sakla beni bari nefes alayım..

Bu sabah görmüyor gözlerim,
İçinde sakla beni bari nefes alayım, bırak nefes alayım...

29 Ocak 2009 Perşembe

...

And I still wonder if you ever wonder the same
And I still wonder...

eksik

kırık aynalarda yitik düşler bıraktım bugün..
dün olduğu gibi ve yarın olacağı gibi belki..
sabahın ilk işi gibi mecburi günün son işi gibi kasvetli!
yaralarımla yaşamayı öğrenmeliyim artık sanki..
ve umutsuzluğu benimsemeliyim..
susmalıyım artık biraz...
ve siktir olup gitmeliyim!

24 Ocak 2009 Cumartesi

alışkanlık yaparsa..


Uyku bedende alışkanlık yapar mı? Yaparsa ne olur? Bünye bundan memnun olur mu, sapıtır kalır mı, felaket düdükleri çalar mı, çalsa da kimin umrunda olur? Yemeksiz, susuz, uykusuz diyemeyeceğim bir hayat nereye kadar devam eder, etse de katkı da bulunur mu?
Uyku bütün kötülüklerin kapatıcısı sanırdım, başlangıcı olmaya yüz tutmuşken. Oysa ne çok seviyorum uyumayı, uyurken unutmayı, düşünmeden gülümsemeyi uykuda, ah şu arada bir yoklayan kabuslarda olmasa.. nasıl seviyorum düşüncesiz, kifayetsiz kalmayı!
Of, yoruldum. Bu kez gerçekten dibe vuruyorum. Aynalardan kaçarak süren bir hayatım var çünkü göz altlarımdaki o, ‘hey sana neler oluyor böyle, neler yapıyorsun kendine, yataktan çıkma vaktin gelmedi mi senin, insanların arasına karışma vaktin gelmedi mi..’ diye çığlıklar atan rengi mora çalan halkacıklar canımı sıkıyor. Çünkü o çok sevdiğim gözlerim aynaya baktığımda ona acımam için, kendime acımam için birden kan toplayıveriyor. .çünkü aynaya baktığımda kendimi görüyorum kendime baktığımda … görülmemesi gerekenleri! Biliyorum. Ama bunu bilmek canımı acıtmıyor işte. Her şey batıyor da bu batmıyor işte.
Kalabalıkları özlemiyorum. Hiç sevmedim zaten. Yeni yüzler, yeni hayatlar, yeni yalanlar, yeni oyuncular, oyunbozanlar… liste uzar da uzar! Aslında hiçbir şeyi özlemiyorum şu an, hiçbir duyguyu barındırmadığım gibi içimde buna da yer vermiyorum. Ne fark eder ki zaten. Kalabalıkları özlesem, hadi diyelim ki karışsam aralarına yutulmaz mıyım bir süre sonra orda? Sanki hiç olmadı mı bugüne kadar?.. tadı ekşi, tadı acı! Tadılası bir şey değil biliyorum. Meğer ne çok şey biliyormuşum ben. O zaman neden hala bu ürkek kız tablosu, neden kaçışlar?
Oysa Melek bile korkmuyor karanlıktan artık. o küçük kadın bile korkmuyor!
Peki, ben neden korkuyorum?
Bak bilmediğin bir şey varmış işte senin de. Ya da daha doğrusu bilmek istemediğin büyük ihtimalle! Ha istesem de ne değişir ki diyorum ve kendi kendime sonuna kadar katılıyorum. Umutları yeşertir mi tekrar bilinmeyenler? Yok artık daha neler!
Sıkıldım. Sıkıldım ve böyle anlarda saçmalamayı çok seviyorum. Aa ne garip meğer bir şeyleri sevebiliyormuşum! Bastırılmış duygularım dışarı çıkabilmek için gün mü sayıyor yoksa? Ne halta yarayacaklarsa!
Kırıldım ve istemiyorum parçalarımı yapıştırmayı. Öyle kırık öyle savunmasız daha hoş geliyorlar gözüme zaten. Hem hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, izler kaybolmayacaksa neden uğraşılır ki dönmek için hayata?
Hayat zor! Hayat katlanılmaz! İnsanlar acımasız! İnsanlar dayanılmaz!
Denemeye gerek yok. Daha fazla yorulmaya, daha fazla aldatılmaya hacet yok!

Kabulleniyorum..

Evet ,ben o kadar güçlü değilim. Evet, ben hala korkuyorum karanlıktan. İtirazı olan?

21 Ocak 2009 Çarşamba

bak! kozadan sürpriz çıkmış..

Sana geldim yine böcek. Sana koştum. Bak sana sarıldım. Seni özledim yine böcek.
Evimin bacası tütüyor hala benim umutsuzluğuma inatla. Elim titriyor ama değişti artık döngüler. Kayıp düşen bardakların sayısını bilmiyorum. Ayaklarımdan akan kanlar kırık camlarda hoş renkler bırakıyor. İşte bunu seviyorum.
Sana ne anlatmalıyım bilmiyorum böcek. Benden çok içimdesin zaten benim. Ben beni kustum. Ben beni öldürdüm. Ve ben benim ölümümü izledim kahkahalarla. Neydim ki aslında… hala bilmiyorum cevapları. Ama sana kıyamıyorum böcek. Seni kusamıyorum!
Kırgınım biliyorsun. Zamanla azalıp gitmeyecek yok olup yitmeyecek bir kırgınlık bu seferki. Belli bir özneye bağlayamam ama etkenleri görmezden gelemem tabi ki. Hani birkaç mısra vardı ya bilirdin sende; ‘ benim kitabımda iki kere iki ya dört eder ya da sıfır!’.
Tek bir rakama gerek kalmaz benim kitabımda aslında. Neyi neyle çarpsan sıfır karşılar seni. Çok denedim umut dolu cümleler kurabilmeyi. Çok denedim gerçekten içten gülebilmeyi. Güldüm de belki. Ama sandım da daha çok! Ne bekleyebilirsin ki şimdi. Her yolun çıkmaza girdiği bir şehirde sence yeni bir yol inşa edilebilir miydi? O karanlık şehre bir gün güneş doğabilir miydi? Güneş duasına mı çıkmalıydık yağmur duasına çıkar gibi. Gerçi çıksaydık da duyan olur muydu peki?
Ne yapmalı söylesene böcek.. bize hiç acımadan yalan söyleyen dillere biber mi sürmeli? Ellerimizden hayallerimizi koparan ellere kelepçe mi takmalı? Bizi bizden çalan bedenleri kapı ardına mı kilitlemeli? Söyle çocuk… söyle bana…
Eğer susarsan sen de şimdi ben gözyaşlarımdan yorgan yapabilirim kendime belki. Üşümemek için değil, hayır. Aksine daha çok üşümek için. İçimden çıkanları içime tekrar katmak için, sökükleri dikmek için.. ama sürekli yama yaparak yaşanmaz ki hayat. Bilmiyor muyduk bunu?
Ben o yangının küllerinden koza yaptım kendime. Derinine yapıştırdım acılarımı sökülüp gitmesinler diye. Eğer çıkarsam bir gün kozamdan tek bir gün olacak bana armağan. Tek bir gün göreceğim o riyakar suratları ve övüneceğim. Gidebiliyorum ya artık, sevineceğim. Gittiklerime sevindikleri gibi kaybettiklerine övündükleri gibi!
Bazen sevinmek lazımmış gidenlerin ardından. Bazen bencil olabilmek lazımmış. Bazen biraz insan olabilmek lazımmış aslında!
Şimdi onlar yerine biz mi utanmalıyız acaba, ne dersin?

20 Ocak 2009 Salı

-

adını üç kez söyledim yüksek sesle adın yoktu
bir insan nasıl adsız olabilir diye korktum
korku yoktu.
sanırım bir tek şey vardı artık
bir prenses gibi süzüldü bıçak elimde
bıçak vardı. eminim, ama kan yoktu bedenimde
ölüme yer kalmamış hayret
nasıl doldurduysam artık kendimi, nasıl tıka basa
yer kalmamış ölüme... (altay öktem)

19 Ocak 2009 Pazartesi

sızıntı

Sevmezmiş yağmuru. Hiç de sevmemiş. O karşı konulmaz berraklıkta koruyamazmış kendini belki. Belki de hikayesini paylaşabilecek hiç kimsesi olmamış sırılsıklam otururken bahçesinde. Anlatamamış!
Suskunluklarının derinliklerine gömerken kırılan hayallerini ilk kez paylaşmış yağan yağmurla yitik sözcüklerini. Hep yağmur yağarmış zaten onun kentine. En çok da bu yüzden gitmek istermiş hep. Hep gitmek istemiş. Neredeymiş güneşli günler, gülümseyen gerçekler?
Yüzler… yağmurun altında kasvetli, sinirli mimikler. Yağmurun altında her zamanki heybetlerinden yoksun bedenler. Yağmurun altında zorunlu vazgeçişler!
Sevmezmiş yağmuru ama ilk kez o gün atmış kendini sokaklara. Sanmış ki yağmur yağdıkça akar bu kez üstündeki pislik. Sanmış ki doğabilir tekrar güneş, eğer o yağmura sırtını dönmezse bir kez. Sadece bir kez izin verirse onu sarıp sarmalamasına, hevesini giderirse… gülümseyebilirmiş günler aynalara!
Okşarken hiç bilmediği eller yüzündeki acı izlerini, gülümsemiş. Yok olup gidecekler diye, gözyaşı gibi akıp sonsuzluğa karışacaklar diye, bir daha hiç olmayacaklar diye. Yüreğindeki sebepsiz kıpırdanmalar rahatsız etmiş onu. Olamazmış ya artık böylesi! Ama yine de gülümsemiş… kaybolacaklarmış ya sonsuzda!
Su birikintisi… ıssız sokakta delice yağan yağmurun hediyesi yapay aynalar. Sevinmiş; yağmurun onu nasıl değiştirdiğini merak etmiş. Delice düşünceler! Ama baktığında o ufak birikintiye fark etmiş ki yağmur akarken bedeninden yavaş yavaş bir şeyleri de götürmüş beraberinde… neredeymiş yüzünün yarısı? neredeymiş gülen gözleri? Neredeymiş aynaya her baktığında içinde kendini kaybetmekten zevk aldığı o ela gözleri? Oysa yağmur gülümsetebilirmiş ya onu, oysa doğarmış güneş o deli bakışlarda hani?
Yıkılmış…
Bir kez daha lanet etmiş hayata… bir kez daha neden demiş, cevabın olmadığını bile bile… bile bile lades işte !
Oysa o gülen gözlerle mutluluk oyunları oynayan birileri varmış uzaklarda… unutmuş o-nların yağmuru hep çok sevdiklerini! Unutmuş onların yağmurun çocukları olduklarını; yağmur gibi bir anda gelip akıp gittiklerini ve hep en güzel şeyleri yanlarında götürdüklerini!
Aynadaki yansımasına tekrar tekrar bakmış. Ağlayamazmış bile artık.
Peki Tanrı neden ondan çaldıklarının yerine yenilerini koymazmış? Neden hep ondan almalarına izin verirmiş de çalmayı hiç öğretmezmiş?
Oysa, dedim ya, hiç sevmemiş yağmuru… hiç sevmemiş yağmur altındaki çift kişilik hayalleri!
Unutmuş!...
Unutulmuş!...

17 Ocak 2009 Cumartesi

Böceğe dair ... Böceğe ait ...

İstanbul gibi tuzak zamanlar... İstanbul gibi uzak benlik! İstanbul kadar soğuk umutlar… mutluluk oyunları oynayabildiğimiz vakitlerden kalan kırıntılar var ceplerimde şu an. Umutların, sevginin, tutulmamış sözlerin, hayallerin parçaları.. gittikçe ufalan birikintiler. Güvercin yemleri!
‘Büyü bozulmasın’ ! ...
Oysa yaşayabilirdik biz bir aşkı sonuna kadar. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin –sevgi-nin gözlerine bakarak eriyebilirdik ilk günkü gibi! Saf kalabilirdi aşk! Korksak da yenilmezdik ki, -O- ellerimizi tutabilecek gücü kaybetmedikçe. Ve o yorulmadıkça yem etmezdik umutları güvercinlere… oysa hep yorulurlardı sonunda. O katıksız sandığımız sihri oturdukları oyun masalarında unutup sıkılınca çekip giderlerdi! Sönerdi büyülü güçler, tükenir, tüketirlerdi acımasızca… hiç düşünmeden!
Evet… bencillerdi!

Korkarak yaşamak… kaçarak, saklanarak, yenilgiyi kabul ederek yaşamak! Sadece dinlemek masalları (mutlu bir son olmadığından emin olarak) ve uzaktan bakmak kahramanlarına… dedim ya korkmak, bir gün tekrar aynada o kahramanlardan birinin silueti olmaya!
Oyunun adı saklambaç…
Oyunun adı körebe…
Oyunun adı her ne olursa olsun değişmeyen tek gerçek; ebe sensin, ebe benim !
Yeter ki ‘büyü bozulmasın’…
Masallara inanabilirsin çocuk ama bil mutlu son yok, olmayacak! Sen o masalları dinlerken bir yandan güvercinlere umut kırıntılarını dağıtan olacaksın yine. ‘oysa’ diyeceksin her seferinde; oysa saf kalabilirdi… değişebilirdi…
Olmadı… olmaz… olmayacak da…
Aman ha dikkat et ‘büyü bozulmasın’ !

Ve şimdi diyorum ki sana; katılma o masallara… uyma sakın boş kahramanlara… inanma yalanlara, inanma mutlu sonlara!
Sonu biliyorsun…
Yoksa büyü bozulacak!